Hürrem | Konular | Kitaplar

Osmanlı’da harem ve devşirme saltanatı

Elektronik posta kutuma gelen soruların hatırı sayılır bir bölümünün Osmanlı’da harem ve kadın üzerine olması bir tesadüf olamaz herhalde.

Son zamanlarda bazı internet sitelerinde dolaşan mesajlara göre, Osmanlı padişahlarının hemen tamamı “yabancı” kadınların, cariyelerin çocuklarıymış. Bundan çıkardıkları sonuç, Osmanlı tahtına yabancı kanı karışmış olan şehzadelerin geçirildiği, diğerlerinin öldürüldüğü veya tasfiye edildiği; dolayısıyla da Osmanlı Devleti’nin Türk olmamak bir yana, Türklüğe düşman bir yapı olduğu vs.

Birçok doğruyu ve yanlışı içinde barındıran bu tür yaklaşımların iyi analiz edilmeden olduğu gibi alınması, ciddi bir hazımsızlık yapıyor, zihin fesadına yol açıyor.

Bir an için bu iddiayı kabul ettiğimizi varsayalım. Evet, Orhan Gazi’nin hanımı Nilüfer Hatun bir Rum tekfurunun kızıdır ve I. Murad’ın annesidir. Ya da Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan Ukraynalı bir köy papazının kızıdır ve II. Selim’in annesidir. İyi de, tek başına bir padişahın annesi olmak, bir devletin çehresini değiştirmeye kâfi gelir mi? Böylece onlara ilahi bir güç atfetmiş olmuyor muyuz? Ve karşısındakilere de alabildiğine bir acziyet ve zavallılık? Hatta bu yabancı kadınların adeta saray içinde bir parti oluşturdukları ve “yabancı” olmaktan ileri gelen bir dayanışma şuuru geliştirdikleri, bunu da asırlar boyu sürdürdükleri varsayılıyor. Yani bir “muzır” ideoloji resmediliyor Osmanlı sarayında.

İyi ama bu asırlar süren mücadelenin aktörleri, hep aynı “takım”da oynayan ve ortak bir bilince sahip kimseler olarak, yani Osmanlı’yı felakete götürmek için ellerinden geleni ardlarına koymayan casuslar veya hainler diye nasıl görülebilir ki? Kösem Valide Sultan ile Hatice Turhan Sultan’ın kıran kırana mücadelesini nereye koyacaksınız o zaman? Bunlar ortak bir “kadınlık” dayanışması içinde de olamazlardı (nitekim feminizmin en feci yanılgılarından birisi, tarihte ve bugün ortak bir kadınlık paydası olduğu iddiasıdır).

Hadi diyelim Kanuni “aldatılmıştı”, peki Orhan Gazi veya Çelebi Mehmed’in ne zoru vardı yabancı kadınlarla evlenirken? Ya II. Murad’ın? Ya Fatih’in? Bunların hepsi mi aymaz insanlardı? Hepsi mi bizim kadar kendi devletlerini düşünmüyorlardı? Onlar da evlenmemişler miydi yabancılarla? Peki onların zamanında Osmanlı yükselişe geçmemiş miydi? Bu yükselişte, bazı Bizans hayranlarının haklı olarak iddia ettikleri gibi, o yabancı kadınların payı olamaz mı? Neden yükseliş asırlarında bu kadınların payı olup olmadığı tartışılmıyor da, yalnız “duraklama” ve “gerileme” çağlarında olumsuz payları gündeme getiriliyor dersiniz? Nilüfer Hatun’a itiraz edene rastlamadım şimdiye kadar. Neden? Öte yandan Hürrem Sultan’a hakaret etmeyene de rastlamadım. Neden bu ayrımcılık?
Kaldı ki, sevgili okur, Osmanlı tarihinin başından sonuna kadar devşirme egemenliği altında cereyan ettiği masalını artık bir kenara bırakmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Devşirme uygulamasının 17. yüzyılın ortalarında tasfiye edilmeye başlandığını, kendisi de bir devşirme olan ve zümresinin çıkarlarını savunma gayretkeşliğine giren Koçi Bey’in feryatlarından anlayabilirsiniz rahatlıkla. 1650′lerden itibaren devşirme paşa bulmak için epey zorlanmanız gerekir. Bilinen son devşirme Sadrazam Tarhuncu Ahmed Paşa’dır ki, 1653′de görevden alınmıştır. Bundan sonra Müslüman ve Türk kökenli Sadrazamların sayısı giderek artacak ve devlet idaresi “Türkleşecektir”. Yani bizim duraklama ve gerileme devrimizde ağırlıklı olarak Müslüman ve Türk kökenli yöneticiler vardı başımızda!

Şimdi ben bir “uzaylı” olsam, bu manzara karşısında ne düşünürdüm? 1650′lere kadar bu devleti ayakta tutanlar ve yükseltenler demek ki; devşirmelermiş! Onlar tasfiye edilip de Osmanlı Devleti Müslümanlar ve Türkler tarafından yönetilmeye başlanınca, işler bir felakete doğru gitmiş, hatta en Türkçü yönetim olan İttihatçılar devrinde, sadece 10 yılda koca imparatorluk tasfiye edilmiş. Öyleyse, yine bir “uzaylı” olarak şunu söylemekte haklı olmam mı: Devşirme sistemi pekala iyiymiş! Bu Türkler olmasıymış, devlet daha iyi yönetilirmiş!

Gördüğünüz gibi bu mantık, aslında öbür mantıktan, yani Osmanlı’yı Türk’e özgü kılmaya çalışan yaklaşımdan daha az tutarlı değildir. Demek ki, biri ifrat, öbürü tefrittir. Peki ikisinin ortası yok mudur? Ben de onu söylemeye çalışıyorum zaten yazı ve kitaplarımla. Bu meseleler böyle karakucak usulü ele alınamayacak kadar karmaşıktır ve uzun asırlardan ve üzerinde yaklaşık 30 devletin ve yüzlerce etnik unsurun barındığı bir coğrafyadan söz ettiğimizi hiç unutmamalıyız.

Osmanlı’nın Avrupa’ya nasıl egemen olduğuna şaşanlar, bu imparatorluğun gittiği yerlerde çadır kurup oturduktan sonra oyun bitti denilince tıpış tıpış evlerine geri döndüklerini düşünüyorlarsa çok yanılırlar. Giden “biz” ile, dönen “biz” arasına asırlar girmişti, bir. Giden “biz” ile dönen “biz” arasına yaklaşık 14 milyon kilometrekarecik bir yüzölçümü girmiştir, iki! Bu rakam, bugünkü Türkiye’nin 28 katıdır