Hürrem | Konular | Kitaplar

Osmanlı Padişahları

ABDESTSİZ İMZA ATMADIM

Sultan 2. Abdülhamid Han, âcil iş zuhur edince gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmasını İster, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Esâd Bey, hatıratında şöyle demektedir.

"Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için Sultân'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultân'a bir emri Hak mı vâki oldu? diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultân elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek.

Kanunî Sultan Süleyman, 14 milyon 893 bin kilometrekare toprağı 'neresiyle' yönetiyordu?


Siz çekin o muhteşem dizinizi... İçine yirmi tane reklâm kuşağı gömerek, binbir tantana eşliğinde de yayımlamaya devam edin... Fakat, bilin ki bizler de gırtlağımız parçalanırcasına bağırmaya devam edeceğiz... Çünkü, doğma büyüme bir İstanbullu olarak, Kanunî'nin büyük usta Sinan'a yaptırdığı Süleymaniye Camii'nin önünden geçip Haliç'i seyretmeye giderken, en azından kendi adıma, böyle bir vefâsızlık gösterisi karşısında yüzümün utançtan artık daha fazla kızarmasını istemiyorum!

KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN: OSMANLI DEVLETİ'NİN 10'UNCU SULTANI VE İSLÂM HALİFESİ (27 NİSAN 1494, TRABZON-OSMANLI DEVLETİ / 6 EYLÜL 1566, ZİGETVAR KALESİ YAKINLARI-MACARİSTAN)

Her iki dünya savaşının kudretli Britanyalı'sı Sir Winston Churchill, muhtemelen ikinci büyük savaş sırasında, Alman saldırılarının ülke ekonomisine olumsuz yansımalarıyla ilgili olarak Lordlar Kamarası'nda bir bilgilendirme toplantısı yapmaktadır. Konuşmanın bir yerinde, kendisine muhalif üyelerden biri ayağa kalkarak, ona doğru oldukça sert bir tonda çıkışır:

Kardeş Katli’nin içyüzü

Tarih sohbetlerine çağrıldığımda anlatıyorum dilim döndüğünce. Tarihin bize yabancı bir ülke haline getirildiğinden, bu ‘yabancı ülke’yi yeniden fethetmenin gerekliliğinden, tarihimizi yapan aktörlerin de bizler gibi birer insan olduklarından dem vuruyorum.

Ne var ki, her sohbetin sonunda dallanıp budaklanan sorulardan birisi, özellikle dikkatimi çekiyor: “Bir türlü Osmanlı’ya yakıştıramıyoruz onu” diyorlar. “Ama bir realite olduğunu da biliyoruz. Peki adalete ve hukuka bu denli riayetkâr olduğunu söylediğiniz Osmanlı padişahları nasıl böyle bir insanlık dışı muameleyi gözünü kırpmadan icra edebilmişlerdir?”

İstisnasız konferans salonlarının tavanına bir yıldırım gibi düşüyor bu ağır soru. Öyle ya, elimizde Fatih’in Kanunname’si var, orada da padişahların öz kardeşlerini “nizam-ı âlem” için katletmeleri “münasip” görülmüş, üstelik ulemanın da tecviz ettiği belirtilmiş değil mi?

Cariyeler padişahın eşleri midir?



Osmanlı Padişahları, Harem dâirelerinde istihdam ettikleri veya karı-koca hayatı yaşadıkları cariyelere şer’-i şerifin hükümlerini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlı Hareminde Orhan Bey zamanından beri cariyelerin bulunduğu ve istihdam edildiği ifade edilmektedir.

Ancak harem’deki cariyelerin sayıca artması, Fâtih döneminden itibaren başlar. Zira Fâtih devrinde devlet idaresi devşirmelerin eline geçtiği gibi, harem’de de böyle olmuştur. Nasıl devşirilen erkekler, Enderun Mektebinde terbiye edilerek Osmanlı Devleti’nin askerî ve idâri üst makamlarına yükselme imkânlarını elde etmişlerse, Harem Mektebine alınan cariyeler de zekâlarına, ahlaklarına ve güzelliklerine göre, evvela haremin hizmetçi statüsündeki grubu olan câriye, kalfa ve ustalar makamlarına ve sonra da Padişahlar tarafından seçilmeleri halinde Padişah ile karı koca hayatı yaşayan gözde, ikbal ve Kadın Efendi ve neticede valide sultân payelerine kadar yükselme imkânlarına kavuşabilmektedirler.

O halde harem mektebinde yetişen cariyeleri iki gruba ayırmak icabedecektir: