Hürrem | Konular | Kitaplar

Osmanlı’nın Gerçek Yüzü

Kitaplarınızda Osmanlı tarihine kendi gözümüzle bakmanın yollarını arıyor, başkalarının çizdiği şablonlarla tarihimizin açıklanamayacağını ifade ediyorsunuz. Duraklama, Gerileme, Çöküş şeklindeki kalıplaşmış dönemlendirmeyi isabetsiz bulduğunuzu ve Osmanlı’nın gerilediği söylenilen döneminde nice gelişmeler yaşandığını söylüyorsunuz. Kendi tarihimize belli bir tarihten sonra niçin gerileyen, işe yaramaz, adım adım çöküşe giden bir süreç olarak bakıyoruz? Araştırmalar bunun böyle olmadığını ortaya koymasına rağmen bu anlayış bize nasıl yerleşti ve kimler bu tezi savundu? Asıl önemlisi, tarihimize niye ‘dışarıdan’ bakar olduk?
Osmanlı tarihinin eni-boyu, eti-kemiği, boyu-posu yeni yeni ufukta gözüküyor aslında. William Dalryumple adlı İngiliz yazarın dediği gibi, Osmanlı tarihi, yeryüzünde son keşfedilen kıta olarak gülümsüyor araştırmacıların yorgun kalemlerine. Bezgin idrakimize bu iri kıyım cüsseyi sığdırmak hiç de kolay olmuyor bu yüzden. Onun zihinlerimize yapışmış büzgün halini görüyor ve göstermek istiyoruz. Bir balonun sönmüş halini esas alıyor ve şişkin halinin olsa olsa bunun gibi bir şey olduğunu düşünmeye çalışıyoruz. Bu balonu yeniden şişirmek tarihen mümkün olmadığına göre, onun büzgün halinde üzerindeki kırışıklıklardan, izlerden, çizgilerden bazı karineler çıkarmak ve ‘Kimbilir eskiden nasıldı?’ diye imal-i fikr eylemek zorunda kalıyoruz. Ama ne yaparsak yapalım, balonun içindeki ‘hava’nın, yani onun ruhunun tam olarak ne menem bir şey olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Rilke’nin dediği gibi, tarihçilerimiz sokakta düşmüş, can çekişen adamı değil, onun etrafına toplanmış tantana yapanları anlatmaya devam ediyorlar. Halbuki bizim artık bu yanılsamadan kurtulup tam da o adamı, onun nefes alıp verişlerini, yürek çarpıntılarını, mırıldanışlarını, vasiyetini avlamamız gerekmez mi sayfaların üzerinde? Tıpkı İbn Haldun’u -Ümit Hassan’ın nefis tespitini paylaşalım burada- Montesquieu’nün, Marx’ın, sosyolojinin şunun bunun müjdecisi sayarak yücelttiklerini sananların, aslında ikinciler olmasa Mağripli Üstadın işsiz güçsüz tarihin labirentlerinde kaybolacağını düşündükleri açık değil mi? İyi de, Marx’tan İbn Haldun’a ne?
Lakin bu travmalar yeni değil ve biz en azından modern tarihçiliğimizin başlangıcından itibaren kendimizi böylesi bir çarpıklık çağlayanının kollarına teslim etmiş bulunuyoruz. Burada bir çifte travmadan, duble bir kültürel şoktan söz etmek gerekiyor ki, bunlar Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşanan travmalardır. 1908 birinci travmadır ve tarihe bakışımızı büyük çapta etkilemiştir. Mesela “Genç Osman” figürünü bu travmaya borçluyuz. Mizancı Murad’ın “Genç Türkler” için imal ve icad ettiği Genç Osman’ın, tarihte yaşamış olan Sultan II. Osman’la tanışıp tanışmadıkları, ciddi olarak cevaplanması gereken bir sorudur. Genç Türkler’e Osmanlıyı ıslah edecek bir “ata” lazımdı ve bu figür, ‘talihsiz’ ve ‘mağdur’ padişah II. Osman’da bulundu. Diğer özellikleri unutuldu, sadece bu yönü vurgulanır oldu. Oysa kendi çağdaşları bile bu konuda farklı düşünüyorlardı. Hatta bir kısım tarihçiler, padişahın yeniçerilerin bu hakaretlerini hak ettiğini bile söyleyebiliyorlardı. Ama sonradan bu “Osman” portresinin yüzüne tiner dökülerek yeni bir resim yapıldı ve bugün biz artık tiner dökülmeden önceki resmin nasıl bir şey olduğunu özel bir gayret sarf etmeden öğrenemeyecek durumdayız.
Aynı şekilde Cumhuriyet’in 1930’lara damgasını vuran “kültür devrimi” de Osmanlı tarihini bir kere daha yerinden oynattı. Evinden çıkardı, gurbete yolladı. Hatta yurt dışına çıkarılanların sadece hanedan mensupları olmadığını, Bulgaristan’a evrak satma olayında gördüğümüz gibi, fiziken ve daha da fecisi, “zihnen” Osmanlılık da bu topraklardan sürgün edildi. Ev, boş kaldı bir süre. Sahipsiz, ıssızdı. Onu savunmak, cesaret istiyordu. Nitekim devrinde Ahmed Midhat Efendi’nin Üss-i İnkılâb’ı gibi birkaç eser istisna edilirse, Abdülhamid, 1940’lara kadar Ermeni propagandasına kapılan aydınlarımız için “Kızıl Sultan” değil miydi? (Bugün bile Hıfzı Topuz gibi ‘aydınımsılar’ ona “Kanlı Sultan” demeye bayılmıyorlar mı?) Rahmetli Nihal Atsız’ın yazıları, bu bakımdan kutlu bir kapıyı açmıştır diyebiliriz. Ahmet Refik gibi nesi var, nesi yoksa Osmanlı devrinde kazanmış, hatta geçimini Osmanlı tarihini okutarak sağlamış birisi bile, 1929’da, harf inkılabından sonra eski yazı zor olduğu için geri kaldığımız mavalına sığınmak zorunda kalmıştı.
Ben Osmanlı bilincindeki asıl kırılmanın 1908’i takip eden günlerde başladığını, bu bilincin 1914-1918 arasında Çanakkale istisna edilirse yaralandığını ve 1920’lerde yere serildiğini, 1930’larda ise o yokmuş gibi yapıldığını, yani redd-i miras edildiğini düşünüyorum. Bu dönemlendirme doğru ise şayet, 1940’ların ortalarından itibaren, o zamana kadar hafızamızın arka ve karanlık bölgelerine kilitlemeye, hapsetmeye yeltendiğimiz Osmanlı bilgisinin, üzerine serilen örtülerin altından yeniden filiz vermeye, kendisini göstermeye başladığını, 1950’lerle birlikte ortaya çıkmaya başladığını ve 1960’lar itibariyle de artık bugün anladığımız manada bir “Osmanlı” imajının yeniden sahiplenildiğini söylemek mümkündür. Yani bugün zihnimizde yeşermiş olan Osmanlı tasavvurunu, imajını 1950’lerden daha eskiye pek fazla götüremiyoruz. Bir başka deyişle, 1940’larda yaşayan birisine Osmanlı’yı bugün bildiğimiz şekilde anlatamazdınız. Anlatmak düpedüz cesaret isterdi. Neden? Çünkü içeriden eleştiriliyordu bozguna uğramış evlatlarınca, bir; ikincisi de, geri kalışımızın faturasını habire ona kesiyorduk. Bizi geri bıraktıran, oydu. Osmanlı, öteki olarak kurgulanmıştı bir kere. Biz olmayan ne varsa ona aitti. ‘Biz’ doğruyu, iyiyi, gelişmişi, moderni, dinamizmi temsil ediyorduk, Osmanlı ise yanlış, kötü, ilkel, geleneksel olanı ve atalet ve zilleti taşıyordu boynunda bir keşkül-i fukara gibi. O keşkülün içine iğrendiğimiz ne varsa boşaltıyor, hakaretlerimizi bir derviş sabrıyla sinesine çeken bu adama kestiğimiz her faturanın bizi özgürleştireceğini düşünüyor, böylece Batı karşısındaki utancımızdan uzaklaşabileceğimizi sanıyorduk. Jacques Berque’in dediği gibi, Batı kamuoyuna sakalımızı kesersek, öpmeye değer bulacağı ‘temiz’ bir yüz uzatırsak meselenin hallolacağı tesellisiyle avunuyorduk.
Oysa, Necip Fazıl’ın o güzelim şiirinde dediği gibi (“Siz benim yüzümsünüz / Eğilip suya baksam / Görünür mü yüzünüz?”), Osmanlı bize bir “yüz” sunmuştu. Yüzümüzü maskeyle değiştirmeye kalkışımızın tarihidir son yüzyılımız aslında. Hangi yüzlere hangi maskelerin geçirildiği, kimin maskeyle, kimin maskesiz dolaştığının belli olmadığı bir tarihtir bugün okuduğumuz Osmanlı tarihi. İşte ben bu yüzleri yerli yerine oturtmaya, maskeleri indirmeye ve yüzümüzü tekrar hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışıyorum. Yüzümüze vurulan zincirleri kırmak ve özgür olduğumuzu haykırmak istiyorum. Tarihimizin sırtına vurduğumuz her zincirin, aslında kendi şahsiyetimize indirilmiş bir darbe olduğunu ve aşağılık kompleksine düşmemizin en büyük sebeplerinden birisinin, kendi ellerimizle kendimizi zincire vurmuş olmamızdan kaynaklandığını, kendi beynimizi sömürgecilerin eline teslim ettiğimizi, kalemizin içinde lağım patlatmaya benzese de, ihbar etmek istiyorum sinirleri alınmış gövdemize.