Hürrem | Konular | Kitaplar

Harem, Tıpkı Maliye Gibi Bir kurumdur

Ya Harem? Kitabınızdan öğrendiğimize göre, Haremi padişahların cariyelerle gününü gün ettiği bir yer zanneden Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına -ne kadar utanç verici ki- Amerikalı bir kadın tarihçi bunun yalan olduğunu söylüyor. Hareme niye Batılının fantezileriyle bakıyoruz? Yoksa tarihimizi Batılılardan öğrenecek duruma mı geldik?
Biraz öyle galiba. Ben de bir yazımda yeni Osmanlı tarihinin Batı’dan doğmakta olduğunu yazmıştım. Kastım şuydu orada: Biz fena halde ideolojik mücadelelerin içine gömülmüş vaziyetteyiz. Tarih de bu mücadelenin savaş baltası olmuş durumda. Dolayısıyla tarihle ilgili bir konuyu ele alırken savunmak veya saldırmak, her iki durumda da karşı tarafa haddini bildirmek için bu baltayı kullanmaya soyunuyoruz. Oysa bir Batılının, hele bir Amerikalı, bir Japon’un kafasındaki problematikler tamamen farklıdır. O, bir şeyler öğrenmek ve kendisinden bilgi isteyen kanallara doğru ve ‘anlaşılır’ bilgiler taşımak için bu işe soyunuyordur. Dolayısıyla anlamak, onlar için çok çok daha önemli. Eğer biz de tarihi bir savaş baltası olmaktan çıkartır, onu anlamanın bizi ve bugünü ve geleceğimiz anlamak olduğunu idrak edebilirsek, bu takdirde tarihteki bir çok konuya daha soğukkanlı bakmayı başarabiliriz. Yine de o kadar kolay bir hadise değil bu.
Harem, iki yanı keskin bir bıçak. Bir yandan Batılı muhayyilenin haz yatırımı, bir yandan da bizim hassas noktamız. İster istemez saldırı-savunma hattının hayati bir mevzii oluyor Harem. Oysa Leslie Peirce’in Türkçeye de çevrilen Harem-i Hümâyun adlı kitabı, bütün bu problemlerden azade bir gözle bakabiliyor Hareme. Onu bir kurum gibi inceliyor. Mesela maliye gibi kurum tarihi olarak ele alıyor. Kadın ve erkek iktidar alanlarının bir mücadele sahası olarak ortaya çıkan haremin aslında son derece girift bir yapı arz ettiğini gösteriyor. Asıl işlevinin de hanedanın üreme işlevinin düzenlenmesi, denetlenmesi ve sürdürülmesi olduğunu, bunun da son derece sıkı kurallarla belirlenmiş bulunduğunu tespit ediyor. Şimdilerde Osmanlı kadın tarihine olduğu kadar Hareme de yeni bakış açıları geliştirilmekte ve bu bakışlar ışığında, asırlık tartışmalarımızla iyice karanlığa bürünmüş olan Harem realitesi, yavaş yavaş gömüldüğü karanlıktan çıkmakta ve aydınlanmaktadır.
Dolayısıyla biz bugün Batılının bir haz nesnesi olarak kurguladığı Harem’i, yine aynı şekilde bir haz nesnesi olmadığı mantığından giderek göğüslemeye çalışıyoruz. Temel yanılgımız burada yatıyor aslında. Cevabımız da sorunun türünden olunca, aynı tuzağa biz de yakalanıyoruz. Oysa harem bir zevk cennetidir, iddiasının cevabı, sadece ‘değildir’, olmamalı. Onun ne olduğunu anlatmalıyız biz öncelikle. Neydi, bir kurum olarak neydi, hangi dönüşüm duraklarına uğradı, hangi aşamalardan geçti, mantığı neydi, kuralları nasıldı, Batı fantezilerin kurbanı olan bu kurumun beşerî dokusu nasıldı, hastalıklar, ölümler, yaşlılık, çocukluk, bebekler, umutlar, hayal kırıklıkları, kazanılan ve kaybedilen savaşlar bu kurumun çekirdeğini nasıl etkiliyordu, padişaha genç kızları sunanların politik beklentileri nelerdi, nasıl çetin bir iktidar mücadelesi cereyan ediyordu içeride, Hürrem Sultan’dan sonra değişen ne oldu, nasıl oldu da ilk ve son defa bir padişah kızı Mihrimah Sultan bu kadar öne çıktı, görünürlük kazandı ve İstanbul’da iki camiye birden ismi verildi…?
Gördüğünüz gibi, tarih soru sormakla başlıyor. Sorular anahtardır. Kilit ise tarih. Bizim işimiz soru sormak ve bu anahtarları kilidin içine sokmak. Açılıp açılmayacağı biraz da bizim ustalığımıza bağlı değil mi kilidin?